Temmuz 2021
Uçsuz bucaksız çölde sonsuz sayıda rengi içinde yoğurarak deviniyordu. Ona kasırga diyor olsak da aslen ne olduğunu hiç anlayamadık. Ondan korkuyorduk ama büyüleniyorduk da. Işıkları koca gökyüzünden ayaklarımın ucunda birbiri üstüne kayan kum tanelerine kadar yayılıyordu. Beni çağırıyordu.
“Sıla yemek hazır!” dedi Mehmet. Arkama döndüm. Birkaç parça kuru odunun üzerinde yükselen ateşin çevresinde Mehmet ve İrem oturuyordu; üstlerinde yılgınlık ve tükenmişlik, bakışlarında solgunluk vardı. Benim aş payımı koydukları siyah tabağı kuma bırakmışlardı. Siyahla tabakla zıtlaşan beyaz etin rayihası zihnimi kaplıyor; ağzımdan başlayarak, beynimi sulandıracak kadar leziz gözüküyordu. Dolgun, diri etli bir yılan yakalamıştık.
Mehmet ve İrem’in yanına çömdüm. Parmaklarımla parçalara ayırdığım yılan etinden bir lokmayı ağzıma attım. Yemeklerini yiyen dostlarıma baktım. Hareketlerindeki ruhsuzluğu izledim. Bedenleri burada benimle olsa da zihinleri başka bir yerde, yakın bir geçmişteydi. Ortak kabusumuza dalıp çıkıyorlardı.
Birlikte yediğim, içtiğim, güldüğüm ve ağladığım insanların başına gelenler… Çölgezenlerinin, o yaratıkların yaptığı feci kıyımlar… Geçen gün saldırdıkları gibi hiç saldırmamışlardı. Sayıları nasıl bu kadar arttı, bizi nasıl bu kadar gafil avladılar? En beklenmedik zamanda, ansızın ortaya çıktılar. Kızıla bulandı kumlar, semayı çaresiz feryatlar doldurdu. Direnenler ya da korkaklar, kaçmaya çalışanlar kadar savaşanlar… Izdırabımız yemeklerimizin aksine paylaştıkça çoğalıyordu.
Dünden sahneler fırlıyordu zihnimin köşelerinde, yaratıklar beliriyordu kafamın içinde. Yaşadığım andan daha canlı, daha güçlüler. O tırtıklı kıllarla kaplı iri vücutları, boğuk nefes alışları, korku gıdıklayıcı. Absürt mor dudaklarından akan kan rengi sıvı… kan gibi, kan değil ama kana karışıyor. Sineklerinkini andıran çok bölmeli gözleri, o iki gözün üzerine konuşlanmış şekilsiz üçüncü gözleri peki? Ne işe yarıyor? Sürekli açılıp kapanıyor, sanki içinde bir zar atılıyor, duraksız.
Kız kardeşim Selin, bir çöl yaratığının çirkin grimsi kollarının arasındaydı. Tuhaf, upuzun parmaklı pençelerinde debelenen bir avdı. Mimikleri kasılmıştı, yüzü darmadağın olmadan önce… Ölmediği için üzülüyordum. Yaşamak bazen daha kötü ölmek için beklemek demekti ve Selin için yaşamak artık kurtulamamak demekti.
Parçalanmış uzuvları, canhıraş çığlıkları, çaresiz bakışları… dostlarımın? Sıkışıyordum, ufalanıyordum… Ruhumun pestili çıkıyordu, hareket edemiyordum. Yükselen çığlıklar, Selin’in çığlıkları… kafatasımı zonklatıyordu yakarışları. Aldığım nefesler sertleştikçe ağırlaştı. Soluk borumda kalıyor, ilerleyemiyorlardı. Kafamın içindeki ışıklar birer birer sönüyordu. Geçmişin yansımaları bulanıklaştı da köreldi. Binbir çeşit renkte birbiri üstüne akan çarşaflar gibi dönen kasırganın renklerini gördüm. Derin bir nefes aldım. Nefes alabildim.
“Kasırgaya gitmeliyiz.” dedim.
Mehmet ve İrem birden bana döndüler. Bakışları sorgulayıcı ve keskindi. Mehmet elindeki boş tabağı sertçe önüne bıraktı. Avucuna biraz kum aldı da ovuşturdu ellerini.
“Bu konuyu kapattığımızı sanıyordum.” dedi. “Rotamızı belirlemiştik. Daha güvenli bir yere varacağız.”
“Daha güvenli mi? Neresi orası?” tonum alaycıydı.
“Sınırını aşma.” dedi İrem. “Hepimiz gerginiz.”
“Hiçbir yer güvenli değil. Bunu siz de biliyorsunuz”
“Kasırga mı güvenli?” dedi İrem.
Biraz durakladım, “Belki de.”
“Babana seni koruyacağıma dair söz verdim. Kasırgaya gidemeyiz.” dedi Mehmet.
“Koruyacaksın? Nasıl?”
“Dünü unutuyorsun herhalde?” dedi İrem.
“Bir şeyi unuttuğum yok… ama bu kaçış çok süremez. Şu halimize bakın! Eğer kasırgaya gidersek! —”
“Bırak şu kasırgayı!” dedi İrem lafımı bölerek.
“Sadece ben kasırgaya çekilmiyorum, Kasırga da bana çekiliyor.” Dedim, ciddiyetime inanamadılar.
“Sıla, bize öğretilen ilk şey bu! Atalarımızın ilk kuralı! Kasırgadan uzak dur! Unuttun mu?” dedi İrem.
“Unutmadım. Peki siz çölgezenlerini unuttunuz mu? Bu çölde kaçacak hiçbir yer yok. Er ya da geç bizi yakalayacaklar. Atalarımız bunu ister mi?… Hem kasırga hakkında ne biliyoruz ki? Söylentilerden başka elimizde ne var? Nasıl eminiz bu kadar tehlikeli olduğuna?”
Mehmet ateşin çevresinden uzaklaşarak karanlığa yaklaştı.
“Ölürsün.” dedi İrem.
“Ölmek neydi ki? Selin ve diğerlerinin başına gelenlerden sonra!”
“Yeter Sıla!” dedi İrem. “Tüm öğretimizi yadsıyorsun. O kasırgaya girersen bir çölgezene dönüşebilir ya da kum olabilirsin?”
“Evet kum tanesi. İnsan beynini içinde eritmiş, hareketsizliğe mahkûm bir kum tanesi. Saçmalık bu, var mı örneği?”
“Peki ya kasırganın yok ettiği ordular, çürüyen hayvan sürüleri; Onca hikâye. Biliyorsun bir zamanlar dünya bambaşka bir yermiş. Kasırga gelince güzel olan ne varsa yok olmuş.”
Mehmet sonunda konuştu;
“Kasırga kabustur. Kasırga kâbusu içinde taşır, dünyamızı mahvederken kabusundan bir tutam serper üzerimize. Çöl bir tutam kumsa, kasırga çöldür.”
“Peki ya eğer ki! Kasırga tüm güzelliği içinde saklıyorsa! Ya güzel olan her şeyi ayırıp çektiyse, yoğurduysa içinde ve bize de atığı kaldıysa!”
“Hayal kuruyorsun!” dedi İrem. “Bir hayal için böyle bir risk?”
“Risk mi bu? Bildiğim yegâne şey burası, bilmediğim ise orası: Kasırga! Burada olmak istemediğimden eminim. Bu durumda orada ne kaybedebilirim?”
“Kendini daha beter bir yerde bulabilirsin.” dedi Mehmet. Yükselen ateşin uğultulu ışığı yüzüne kasvetli bir kırmızı bırakıyordu.
“Yine de denemeye değer.” dedim. “Hissediyorum… Bu çölde mahkumsak sebebi biziz.”
Esen rüzgârın kamçılı sesi, bir müddet tek gürültü olarak kaldı. Çölgezenlerinin uğultulu çığlığı kulaklarımıza saldırana kadar. Kesif bir leş kokusu havaya çökmüştü. Mehmet aceleyle ateşi söndürdü. İrem kap çanak, alet edevat ne varsa topladı, çantaya attı. Büyük çöl arabamıza koştuk. Sesler güneyden geliyordu, kuzeydeki kasırgaya baktım. Az önce ayağımın ucuna kadar gelen ışıklar şimdi üzerimize düşüyordu. Mehmet’le göz göze geldik. Gözlerinin içinde inancımdan bir tutam görmek istemiştim. Bakışlarını hızla kaçırdı, seçemedim. Arabaya atladık. Mehmet arabanın kontağını çevirdi, çalışmadı. Tekrar çevirdi, çalışmadı. Tekrar… Sesler giderek daha sert geliyordu. Arabaya bir şey çarptı.
Sallandık.
Bir şey daha çarptı.
Daha sert sallandık.
Güneydeki karanlıktan daha fazlası çıkıyordu. Onlarca çölgezeni vardı. Kasırgadan yayılan ani bir ışık dalgası ile hilal gibi bizi çevreleyen yüzlercesi gözüktü ve karardı. Araba çalıştı. Şimdi kasırgaya doğru ilerliyorduk. Başka şansımız yoktu. Giderek hızlanıyorduk. “Ne yapacaksın?!” diye sordu İrem cüretkarlıkla panik arasında kalmış bir sesle. Mehmet cevap vermedi. İrem önüne döndü, kasırganın gözüne giderek daha çok kaçan ışıltısına baktı. Kasırgadan, çölgezenlerinden korktuğundan daha çok korkuyordu. Bilindik bir azap, bilinmezlikten daha mı cazipti? Arabanın aynasından Mehmet’e baktım, kararsızdı. Kasırgaya doğru son sürat gidiyor, çölgezenleriyle arayı açıyorduk. Kasırgaya yaklaştıkça yaklaştık. Sadece yüz metre kadar kalmıştı. Gözlerimi kapadım, İrem bağırdı. “Mehmet n’apıyorsun?”, “Bana güven.” dedi Mehmet. Güçlü bir sarsıntı hissettim. Gözlerimi açtığımda hala çöldeydik ve çölgezenleri arkadaydı. Mehmet kasırganın etrafından dönmeye karar vermişti. “Ne? Bizi Öldürteceksin” diye bağırarak önümde Mehmet’in oturduğu koltuğunu sarstım ki…
Araba kontrolden çıktı.
Havalandık.
Bir anda her şey karardı.
Yer çekimi alıştığım şekilde işlemiyordu. Gözlerimi açtığımda dünya farklıydı. Etrafı seçebilmem biraz zaman aldı. Tepe takla olmuş bir aracın içindeydim. Yavaş yavaş açılan dimağımla buradan nasıl çıkabileceğimi düşünmeye başladım. Başım zonkluyor, bedenim ağrılarla ağırlaşıyordu. Ayak sesleri duydum. Bir korku bıçak gibi kalbime saplandı. Kırık camların ardından bacaklarını seçtim. İrem, arabanın kapısını kuvvetle açtı, beni tutarak araçtan sağ salim çıkmama yardım etti.
Hurdaya dönmüş aracın içindeki Mehmet’e baktık. Kafası patlamıştı. Kan aracın içini dağılmış, beyin ve kemik parçaları arabanın önüne ve kumlara saçılmıştı. İrem’in gözleri doldu; vaveylayı koparacaktı ama tuttu kendini. Çölgezenlerinin sesleri tekrar kulaklarımızı kamçıladı. Onları atlatamamıştık. Kasırgaya baktım, aramızda yirmi metre ya vardı ya da yoktu. Benliğimi dev bir mıknatıs gibi içine çekiyordu. Bakışlarım bu rengarenk sürreal devinimin içinde kayboluyordu. İrem’in elime tutuşturduğu bir silahla kendime geldim. Kendine daha büyüğünü ayırmıştı. Kasırgaya arkasını döndü. Umutsuz suratı zorla ciddiyeti giyindi. Yüzlercesinin belki de binlercesinin kana susayarak çölü kapladığı o manzarayı hatırladım. Ne kadar karşı koyabilirdik ki?
“İrem, neyi amaçlıyorsun?” dedim. Bana bakmadı bile. “İrem?”
Görmezden gelemiyordu ama bakmak istemiyordu da.
“Onlarla savaşacak mısın?”
“Kapa çeneni de odaklan.”
Silahımı kuma bıraktım. En rasyonel argümanları da sunsam önüne, her halükârda beni reddedecekti. En büyük korkusunun ensesinde olduğu bir anda, aklını sarmış beton gibi inançlarını nasıl kırabilirdim? “Ben gidiyorum.” dedim. Kasırgaya doğru yürümeye başladım. Bir klik sesi adımlarımı durdurdu. Arkama döndüm, iki kaşımın arasına bakan namluya değil, doğrudan İrem’in gözlerinin içine baktım.
“Beni öldürecek misin?”
“Geri dön ve silahını al!”
“Almazsam beni öldürecek misin?”
Sesi hiddetlendi. “Kendine telafisi olmayan bir kötülük yapmanı istemiyorum.”
“Bunu bilemezsin.”
“Sıla, gel ve al şu silahı!”
“İrem sakin ol… Silahı almayacağım, onlarla savaşamayız.”
“O kasırgaya girersen ebediyete kadar acı çekersin.”
“Hiçbir şey ebediyete kadar sürmez.”
“O kasırganın içinde seni nelerin beklediğini bilmiyorsun Sıla!”
“Evet! Evet bilmiyorum.”
“Acı var, çok fazla acı var.”
“Nerden biliyorsun? Neden bu kadar korkuyorsun?”
“Sen kendinde değilsin Sıla, Atalarımızın bi—”
“Lütfen İrem… Lütfen tekrar başlama. Sadece kararıma saygı göster.”
İrem’in yüzünde bir öfke zuhur etti ve patlayamadan dindi. “Ölmekten daha beter bir şey yapıyorsun Sıla. Ben öleceğim ama en azından aileme, atalarıma ve inançlarımıza karşı gelmeyeceğim. Savaşarak, inandıklarım uğruna öleceğim. Ya sen?”
“Sen ölmeyeceksin ki! Çünkü seni öldürmeyecekler. Ama keşke ölseydim diyeceksin. Sana tecavüz edecekler, seni damızlık olarak kullanacaklar. Yaşadığın her gün için, yaşayabildiğin için nefret edeceksin yaşamdan. Dün olanları çok çabuk unuttun herhalde? Onların kölelerinden biri olacaksın. Seni kullanacak, senden yararlanacak, cehennemi anlamsız kılacaklar. Cehennem tek gerçeğin olacak çünkü.”
İrem yutkundu. Elindeki silah ağırlaştı da alçaldı. Yoluma döndüm, Kasırgaya yaklaştım, adımlarım sırayla renklerin üzerinde dağıldığı kumları dağıttı. Kasırgayla aramda sadece birkaç adım kalmıştı. O noktadan sonra artık geri adım atamazdım. İrem’e baktım tekrar, bir umutla. İrem’in kararmış bakışları silahının üzerindeydi. Bana baktı. Zihnindeki düğümlerin çözüldüğünü görebiliyordum. Silahını kafasına doğrulttu. Bir veda huzmesi vardı gözlerinde. Üstüne birden atlayan bir çölgezeni ile silah boşluğa patladı. Birden birkaç tane oldular, İrem’in etrafını sardılar. İrem acıyla bir figan kopardı. Çölgezenleri İrem’in üzerine çörekleniyor, ağızlarından o iğrenç sıvıyı akıtıyorlardı. Kasırga beni içine aldı.
Yok olurken var oldum ya da var olurken yok oldum. Beni var eden tüm hücreler tıpkı kasırgadaki renkler gibi dans ederek birbirlerinin üstüne kayıyorlardı. Her şey beyazlaştı, daha önceden hissetmediğim bir şey tüm bedenime yayıldı. Bambaşka bir konumdaydım, tarif edemeyeceğim bir durumdaydım. Sanki yeniden doğuyordum, yeniden tanımlanıyordu tüm kimliğim ve varlığım. Bu zamana kadar çölde yaşadığımızı sanıyordum. Oysa biz kendimizi çölde yaşatıyormuşuz.